Aşı Olmak ya da Olmamak
Aşı olmak ya da olmamak
2009 yılında Domuz (H1N1) gribi sırasında yazdığım ve SD Platform Dergisinde yayınlanan yazı: domuz gribi kelimesi COVID-19 ile değiştirilse, yazı bugün yeniden yayınlanabilir.
Mart Ayında Meksika’da yeni bir grip virüsünün ortaya çıkması ile birlikte hayatımız değişti. Meksika’da salgının görülmesinden bir hafta sonra Bakanlık tarafından Pandemi Bilim Kurulu olarak toplantıya çağrıldık, neler yapılması gerektiği, olası senaryolar konuşuldu. Kuş gribi için hazırlanmış pandemi planı gözden geçirildi ve güncellendi, hastalığın yayılmaya başlaması ile birlikte bilim kurulunun toplantı sıklığı arttı, gün geldi gelişmelerin hızla takip edilmesi ve gerekli önlemlerin zamanında alınması için, bilim kurulu içinde yürütme kurulu oluşturuldu. Yürütme kurulundaki meslektaşlarımız günlerini gecelerini bakanlıkta geçirmeye başladılar. Grip salgınının boyutunun aşılama ve hijyen tedbirleri ile önlenebileceği konusunda hemen herkes hem fikirdi, tabi sadece bizler değil, Dünya Sağlık Örgütü, Amerikan Hastalık Korunma ve Kontrol Merkezi, Avrupa Hastalık Kontrol Merkezi ve bir çok kuruluş, ulusal uluslararası dernek ve Türk Tabipleri Birliği bu yönde önerilerde bulunuyordu, herhalde böyle bir konsensus ülkemizde başka bir konuda olmaz diye düşünmeye başlamıştım. Ekim ayında hastalığın tırmanışa geçmesi ile birlikte eğitim faaliyetlerine ağırlık verildi, filmler, yazılar, toplantılar art arda geldi, hiçbir hastalıkta olmadığı kadar eğitim yapılmaya başlandı.
Kasım ayında aşılar geldi, şanslıydık, diğer ülkelerle eş zamanlı olarak ülkemize de aşı gelmişti ama yanında da tartışma geldi. Konu siyasileşti, tartışma başka konulara kaydı, ekseninden saptı. Pandeminin siyaseti nasıl olurdu, böyle bir konuda siyaset yapılır mıydı? Cevabını bulamadığım sorular olarak hafızamda kaldı. Aşı karşıtları televizyon kanallarında dolaşmaya başladı, tartışmalı oturumlar düzenlendi, zamanında aşı konusunda ülkemize katkısı olmuş kişilerin aşı karşıtı söylemleri şaşırtıcıydı. Domuz gribi aşısı caiz midir diye bir başka tartışma başladı. Salgına siyaset dışında, din de karışmıştı. Neyse ki kısa sürede durum anlaşıldı ve Diyanet İşleri Başkanlığının açıklaması ile grip aşısı yaptırmanın dinen caiz olduğunu öğrendik ama tıbben caiz olduğu konusunda halkımızı kim ikna edecekti, bilim kurulu, enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji, pediatrik enfeksiyon hastalıkları ve halk sağlığı uzmanları bu konuda yoğun bir çalışma içine girdi ama nafile, çünkü her konuda görüşü olan, internette çeşitli bloglarda yazanları gerçek sanan, uzmanlık alanı gribi içermeyen kişiler aşı karşıtı kampanyalarına devam ettiler. İnsan düşünmeden edemiyor bu durum bize özgü mü diye… Çoğumuz görmüşüzdür, bir yerde bir kazı olduğunda çoğu insan o kazıyı seyretmeye başlar, hem de kepçe operatörüne nasıl çalışması gerektiğin anlatarak, bir anda toplananların hepsi, kepçe operatörü olur, bu salgına da maalesef böyle yaklaşıldı, uzmanlık alanı olmayan kişiler ahkâm kesti, aşı uzmanı oldu… Tabi bu arada yeni uzmanlık alanları da türedi, domuz gribine iyi geldiği bilimsel olarak ispatlanmış! diyet önerileri, otlar, çay listeleri arz-ı endam etti, saatlerce bu bitkilerin faziletleri anlatıldı, hayalet avcıları filmindeki gibi kozmonot kıyafeti giymiş kişiler, arabaları, otobüsleri, okulları, duvarları, tavanları, akla gelen her yeri ilaçladılar, sınıflara virüsü uzaklaştırsın diye soğan koyanlar oldu, virüs mü uzaklaştı, öğrenciler mi tartışılır. Bu arada maske, dezenfektan satışları patladı, herkes meyveye hücum etti, bizim manavın deyimi ile bir de şu genetiği oynanmış mikroorganizmalar (GDO) konusu çıkmasaydı satışlar daha iyi gidecekti.
Bütün projektörler aşıya çevrildiyle irdelendi, literatürümüze “skualen” girdi, aslında vücudumuzda var olduğu belirtildi, “anti-aging” kremlerin çoğunda vardı, bu kremleri kullanmakta bir beis görülmüyordu, hatta çoğunun aklına gelmemişti, krem kullanırken içinde ne var diye bakmak ama sıra aşıya gelince içindeki “skualen”den korkuldu. Aşıda ki bir diğer sorun da cıva idi. Derin sularda yaşayan balıklardaki cıva ise hiç aklımıza gelmedi… Hâlbuki yediğimiz bir ton balığı sandiviçi ile aşıdaki cıvadan çok daha fazla cıvaya maruz kalıyorduk hem de vücuttan atılması bir yıl süren metil civaya, olsun civa civaydı, bu konuyu da ciddi araştırmamız gerekmiyordu, nasıl olsa dolaşan elektronik postalarda cıvalı aşılardan olmayın diye yazıyordu bu bize yeterdi, aşı olmamak için…
Eğitim toplantılarında aşının önemi anlatıldı, her toplantının sonunda birçok sorunun yanında sorulan standart sorular ise aşı olacak mısınız? Çocuğunuza yaptıracak mısınız? idi. Yanıtlar hep “evet” oldu, aşı yaptırdıktan sonra da “evet yaptırdık” diye yanıt verdik. Telefonda, internette, televizyonda soran herkese salgının önlemenin en önemli yolunun aşı olmak olduğunu belirttik. Tüm bu önerilere rağmen aşı yaptıranların oranı düşük kaldı, hastalık zaten hafifmiş, fazla öldürmüyormuş, 30 sene sonra aşının yan etkisi ne olacak gibi düşüncelerle insanlar aşı olmaktan kaçındı. Daha sonra ölümler görülmeye başladı, ölüm oranı hastalıkta belki düşüktü ama salgın nedeniyle çok sayıda insan hastalanınca sayısal olarak ölümlerde arttı. Yoğun bakıma yatan hastalarda ise mortalite riski azımsanmayacak kadar yüksekti (%30) ama bu oranı da normal bulanlar oldu. Ölümlerin artması ile aşı karşıtı söylemler de azaldı, aşı karşıtları televizyonlarda görünmez oldu, kimi ben aslında aşıya karşı değildim demeye başladı ama başarılı olmuşlardı, övünebilirlerdi ama övünemiyorlardı…
Bölgemizde sık görülen Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) Hastalığı döneminden yeni çıkmıştık, aslında yaz dönemi de çok kolay geçmemişti, yorulmuştuk, yıpranmıştık, ribavirin sevenler, sevmeyenler diye ikiye ayrılınmıştı, kimisi kanıta dayalı tıbbı unutmuştu, kimisi de mesleki etik ilkeleri, neyse bu konu uzun belki başka bir yazıda irdeleriz. Tam biraz yoğunluğumuz azalır derken Kasım ayı ile birlikte hastanemize başvuran gripli hasta sayısı artmaya başladı, çocuklar, gençler, yaşlılar, hamileler, risk grubundakiler, risk grubunda olmayanlar akın etmeye başladı, KKKA hastalığı dönemindeki gibi hastalara yer bulamaz olmuştuk, KKKA hastalığında kan ürünleri ararken, bu hastalıkta solunum destek cihazlarımızın sayısı yetecek mi diye düşünmeye başladık, aşı olmalarını önerdiğimiz ama olmayan sağlık çalışanı arkadaşlarımız hasta olup kliniğimizde yatmaya başladı, hamile hastalarımız bir değil iki canın derdine düşmüştü, bizler ise klinikteki onlarca canın, hastalığa yakalanma ihtimali olan binlerce canın…
Neden bu yazıyı yazdım? Vizit sırasında gördüğüm gripli bir hamile hastamızın gözleri bana bu yazıyı yazdırdı, o gözler çok şey anlatıyordu, yazıya dökmem imkânsız, görmek gerekir ama öyle bir hastanız olsun istemem. Dün gece arayan ve oğlunun hasta olduğunu söyleyen ne yapacağını şaşırmış meslektaşımın telefonları bana bu yazıyı yazdırdı, son olarak yıllar sonra bu dönemdeki salgınları inceleyecek olan meslektaşlarımıza bir not bırakmak için bu yazıyı yazdım.
Sağlıcakla kalın.
kaynak: SD Platform